Bir milletin şuurunu tepetaklak etmek isterseniz üç önemli unsuruyla oynayacaksınız ; Dil, Din ve Tarih

Bir milleti dönüştürmenin en ucuz yolu tankla, tüfekle gelmek değildir. En etkili yol; dilini sulandırmak, dinini tartışmalı hâle getirmek, tarihini utanç nesnesine çevirmektir.

Bir milletin şuurunu altüst etmek istiyorsanız, önce üç kapıya dokunursunuz: dil, din ve tarih. Bu üçüyle oynandığında, toplum hâlâ ayakta gibi görünür ama artık kime ait olduğunu tam olarak bilemez hâle gelir. Bugün yılbaşı tartışmaları tam da bu zeminde okunmalıdır.

Mesele basit bir “eğlenmek” meselesi değildir. Mesele, neyi merkeze aldığımızdır.

Bize “sadece eğlence” deniyor.
“Ne var bunda?” deniyor.
“Takvim işte” deniyor.

Hayır. Hiçbir şey “sadece” değildir.

Yılbaşı, bu topraklarda kendiliğinden doğmuş bir gelenek değildir. Dini değildir ama dinsiz de değildir; yerine başka bir hayat tasavvuru koyar. Tüketimi merkeze alan, hazza odaklı, sınırı olmayan bir yaşam biçimini normalleştirir. Bunu yaparken de kimseye zor kullanmaz. Zaten modern tahakküm böyle çalışmaz: Rıza üretir. Bu bir tesadüf değildir. Bu, bilinçli bir öncelik değişimidir.

Yılbaşı, teknik olarak bir takvim değişimidir. Miladi takvimin bir yaprağı kapanır, diğeri açılır. Ne kutsaldır ne de başlı başına bir bayramdır. Ancak modern dünyada yılbaşı, masum bir tarih değişiminin çok ötesine taşınmıştır. Reklamlarla, sembollerle, tüketim dayatmalarıyla adeta seküler bir ritüele dönüştürülmüştür. İşte sorun da burada başlar.

Bir Müslüman için takvimler değişebilir ama kıble değişmez. İslam, başka dinlerin inanç temelli ritüellerinin taklidine mesafeli durur. Müslüman bir toplumun çocukları Noel Baba figürünü tanıyor ama sahabenin adını bilmiyorsa; çam ağacını süslüyor ama bayram sabahının anlamını bilmiyorsa; burada bireysel tercih değil, kültürel yönlendirme vardır. Buna “küreselleşme” deyip geçmek safdilliktir. Bunun adı kültürel tahakkümdür.

Peygamber Efendimiz’in “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır” uyarısı, tam da kimlik hassasiyetine işaret eder. Bu yüzden Noel ile yılbaşını ayırmak önemlidir; fakat yılbaşını bayramlaştırmak, dini sembollerle kutsamak ya da “modernlik göstergesi” hâline getirmek masum değildir.

Daha çarpıcı olan şudur:
Kendi bayramlarını zar zor hatırlayan bir toplum, yılbaşına haftalar öncesinden hazırlanıyorsa, burada bir şuur kayması vardır. Ramazan sadece aç kalmaya, bayramlar tatil planına indirgenmişken; yılbaşı süsleniyor, hediyeleşiliyor, merkezî bir anlam kazanıyorsa bu durum sosyolojik olarak alarm verir.

İslam’ın bu meselede tavrı nettir. Müslüman, başkasının kutsalını kutsamaz. Başkasının ritüelini bayramlaştırmaz. Peygamber’in “Size iki bayram verilmiştir” sözü, bir yasak cümlesi değil, kimlik bildirgesidir. Bayram, aidiyet ilanıdır. Siz aidiyetinizi gevşetirseniz, boşluğu başkası doldurur.

Bu, zorla yapılan bir dayatma da değildir. Günümüz dünyasında kimlikler tankla değil, kültürle aşındırılır. Eğlenceyle, alışkanlıklarla, “herkes böyle yapıyor” cümlesiyle… İnsan fark etmeden taklit eder; taklit ettikçe de kendine yabancılaşır.

Oysa mesele yasak koymak ya da insanları yargılamak değildir. Mesele bilinçtir. Yeni bir yıl başlarken insanın kendine dönmesi, muhasebe yapması, “zaman geçiyor, ben ne yapıyorum?” diye sorması elbette kıymetlidir. Dua etmek, aileyle vakit geçirmek, daha iyi bir insan olma niyeti taşımak kimliği zedelemez. Aksine güçlendirir.

Burada kimseye “evine kapan” denmiyor. Kimseye “zamanın farkına varma” demek yasaklanmıyor. Ama şu soruyu sormadan da geçemeyiz:
Neden muhasebe hep 31 Aralık gecesi yapılır da, hicri yıl başı kimsenin umurunda olmaz?

Çünkü bize neyin önemli olduğu fısıldanıyor. Reklamla, diziyle, sosyal medya akışıyla… Açık bir baskı yok ama güçlü bir yönlendirme var. Ve en tehlikelisi de budur: İnsan kendi isteğiyle vazgeçtiğini sanır. Kendi değerlerini arka plana iterek yapılan her kutlama, farkında olunmasa bile kimlik erozyonuna hizmet eder.

Bugün yılbaşını “masum” gören zihniyet, yarın Ramazan’ı “bireysel tercih”e indirger. Bayramı “folklor” yapar. Dini “özel alan”a hapseder. Sonra dönüp “Bu toplum neden bu kadar savruldu?” diye sorar.

Cevap basittir:
Çünkü küçük semboller küçümsendi,
çünkü “ne olacak canım” cümlesi çok kuruldu.

Bu mesele bir gece meselesi değildir.
Bu mesele hangi takvimin, hangi değerlerin etrafında yaşadığımız meselesidir.

Takvim değişir.
Ama eğer dikkat edilmezse, millet de değişir.

Bir sonraki yazımızda, milletlerin nasıl yıkıldığını değil, ne zaman teslim alındığını konuşmaya devam edeceğiz.
Bir Millet Ne Zaman Biter?
Selâm ve duâ ile…