Eğer suyu taşıyan kanallar (veya borular) kirliyse, havuza dolan su da berrak olmaz. Çünkü kirli bir kaynaktan saf bir akış doğmaz.
Midyat’a Methiye
Midyat adı, antik Matiate’nin yüzyıllar içinde dönüşmüş hâlidir.
Matiate, antik Akadça’da, yani Asurca’da “benim memleketim” demektir.
Bu kadim ad, Süryanicenin kök damarlarından süzülen, toprakla kurulan tarihsel ve ruhani bağın özlü bir tercümesidir.
Midyat, Süryani belleğinde sabırla yoğrulmuş bir ana kucağıdır. Kadim taşlarının suskun diliyle konuşan, sokaklarını sanatla ve insan onuruyla ören,
Süryani kültürünün medeniyet beşiği…
Ben de o beşikte sallandım, o sokaklarda çok oynadım, çok devrildim ve evirildim. Taş avlularında düştüm, kalktım; zamanla olgunlaştım, sabırla yoğruldum. Sevgisiyle büyüdüm, direnciyle geliştim ve emeğin ince işçiliğiyle bugünlere ulaştım.
Ama yalnızca almakla kalmadım; edindiklerimi büyüttüm, geliştirdim, zenginleştirdim, çoğalttım. Şimdi vicdani bir sorumlulukla, kaynağına geri vermenin büyük gayreti içindeyim.
Çünkü Midyat yalnızca bir şehir değildir; bir medeniyetin kalbi, bir halkın hafızasıdır.
Farklı inançlar, farklı kültürler, Ama ruh birdir, hakikat birdir, medeniyet birdir.
Medeniyet; varlığı kucaklamak, hayatı büyütmek, samimiyetle selam vermektir.
Midyat’ın bağrında yükselen kilise ve manastırlar, taştan öte birer kandil oldular. Mort İşmuni, Mor Barsavmo, Mor Ahisnoyo, Mor Şarbel ve Meryemana Kiliseleri; sadece tarih değil, ruhun yolunu gösteren rehberlerdir.
Mor Gabriel Manastırı, M.S. 397’den bu yana ışığını hiç söndürmeyen, Doğu’nun en eski manastırlarından biri olarak ilim, iman ve irfan beşiği oldu. O, zamanın ötesinden bugüne uzanan bir mirasın meskenidir; dua ve Süryanice’nin yuvası olmuştur.
Mor Hobil ve Mor Abrohom Manastırı ise, Mezopotamya’nın doruklarında bir sükûnet sığınağıdır. Sadakatin, gayretin ve emeğin mühürlendiği kutsal bir mekân, imanla beslenen direncin canlı şahididir.
İşte bu manastırlar ve diğer abide mekânlar, Midyat’ın taşlarını olduğu kadar ruhunu da yoğurmuş, Süryani kültürünün manevi harcını karmışlardır.
Ve daima şu mesajı hatırlatırlar: “Eğer suyu taşıyan kanallar (veya borular) kirliyse, havuza dolan su da berrak olmaz. Çünkü kirli bir kaynaktan saf bir akış doğmaz.”
Dil, düşünce ve kalp arınmadıkça; ilişkilerde, toplumda ve yaşam aynasında beklenen gelişim ortaya çıkmaz. Kaynağı temizlemek akışı arındırmaktır; akışı arındırmak ise hayatı aydınlatmaktır.
Bir gün kalp gözü açıldığında, farkındalığımız çoğaldığında ve yanılsamalardan uyandığımızda, bedenimiz bize samimiyetin diliyle şöyle fısıldayacaktır:
“Ey Adem oğlu ve Adem kızı, sen yalnızca et, kemik ve sayı değilsin. Çünkü insan, Tanrı’nın nefesinden doğmuş bir sır taşır.”
İnsan, görünenle sınırlı değildir; görünmeyeni hisseden, ışığı taşıyan ve yaşamı ilahi titreşimle şekillendiren bir varlıktır.
Zaman bize dokunduğunda, onun ağırlığını değil, ona yüklediğimiz anlamı görmeliyiz. Çünkü yaşlanmak takvimde değil; kalbin berraklığında ya da bulanıklığındadır. Ruhumuzun ışığını diri tutarsak, zamanın etkisi kaybolur.
Unutmayalım: Dilimizden çıkan her söze hücrelerimiz kulak verir.
Onlara ne fısıldıyoruz?
“Karanlık ve nefret sözleri” mi, yoksa “ışık ve sevgi sözleri” mi?
Kadim bilgelik şunu hatırlatır: Evren sessiz değildir. Hangi frekanstan seslenirsek, yanıt da o frekanstan gelir. Ama asıl sır samimiyettedir. Çünkü samimiyet, Tanrı’yla aramızdaki perdeyi inceltir.
Zorlukların ve karamsarlığın içinde dahi samimiyet, her anı hakikate dönüştürür. Samimi olduğumuz yerde dua derinleşir, sevgi çoğalır, ışık berraklaşır.
İşte bu yüzden, kendimizi ruh olarak görmek demek; bedenden, düşünceden, histen sıyrılıp “Ben kimim?” sorusunu sormaktır.
Beden değişir. Düşünceler geçer. Hisler kaybolur. Ama geriye şahitlik eden saf bilinç kalır; işte o, ruhtur.
Ruhla özdeşleşmek, kalıcı olana yönelmektir. Ruh, bizi bütün varlığa bağlayan görünmeyen ve asla ölmeyen bir enerji taşır; o ilahi Olan’ın nefesidir, sessizce, sabırla, sevgiyle hatırlanmayı bekler.
Eğitim, okumak, araştırmak, ibadet, tefekkür ve iç gözlem, bu hakikati açan anahtarlardır. Sessizleşen insan, ruhunun fısıltısını duyar.
Ve anlar ki: O sadece dünyada yürüyen bir beden değil, yaşam yolculuğunda sonsuz bir ışıktır.
Ancak bir Süryani bilgesi şöyle der: “Samimiyet olmadan ne dua ruha işler, ne de sevgi ve gelişim kök salar.”
O hâlde hatırlayalım: Biz, ölümsüz ışığın yürüyen hâliyiz. Samimiyetle attığımız her adımda, her sevgide, her nefeste yeniden doğarız.
35 yıllık yazınsal ve kültürel yolculuğumda, Midyat’ın bana armağan ettiği bu edebi mirası kalemime pusula yaptım.
Çünkü Midyat, yalnızca büyüdüğüm yer değil; benliğimin ana kaynağı, düşüncemin ve kalemimin bereketli iklimidir.
Ey Midyat!
Taşlarında dua, kiliselerinde tarih, manastırlarında ruh ve bilgelik, avlularında insanlığın ortak nefesi gizlidir.
Sen, geçmişi geleceğe taşıyan eskimeyen bir efsuni şehir; Süryani kültürünün beşiği, sabrın, direncin ve inancın abideleşmiş adı…
Umut ederim ki, sende sebat eden ve dünyaya dağılmış evlatların, bu vizyonu ve misyonu Şumloyo’nun (tamamlayıcı) mantığıyla geleceğe taşıyacak; Matiate’nin özünden aldığı güçle bu kadim mirası yaşatacaktır.
Ben ise senin gölgeni ve ışığını birlikte taşımaktan daima onur duydum ve duymaya devam edeceğim…
Yusuf Beğtaş